Bana şehrini söyle, sana Tanrını söyleyeyim
Cebeci’den Kızılay’a yaptığım yalnız yürüyüşlerimden birinde yine düşünüyorum. Kaldırımlardaki reklam panolarına kafam takılıyor. Kaldırım gibi kamusal bir mekânın reklam panosuyla bu denli kirletilmesinin hukuki durumunu düşünüyorum. Sonra kimsenin inancı kalmamış hukuktan vazgeçip olayı estetik açıdan değerlendirmeye çalışıyorum. Bir anda kaldırım bitiyor metronun Kolej çıkışında. Yürürken şehirle bütünleşmek Ankara’da mümkün değil. Gördüğüm diğer şehirleri değerlendiriyorum. Antalya, İzmir ve İstanbul gibi şehirler bile bu konuda yeterince başarılı değil.
Araba ve ticaret akışına göre çizilmiş şehir planında insana yaşam mı kalır? Bir gün Türkiye dâhil dünyanın bütün ülkelerinde insanları ip gibi sıraya dizerek yürümek zorunda bırakacak faşist şehir planları olacak. Kaldırımda yan yana iki kişi yürüyemeyecek. Tek sıra halinde yürüyecek insanlar ve yollar genişleyerek bütün şehir trafiğe teslim edilecek.
Bu hassasiyet, entelektüel idraktir. “Böyle olduğu için” demişti bir hocam, “kentteki bu sıkıntıyı bu ülkede kimseye anlatamazsın.” O gün, modernliğin sembolü olan “flâneur”ler hakkında konuşmuştuk. Walter Benjamin’in pasajlarından yola çıkarak Berlin ve Paris’i kıyaslamıştık filan.
Dün de Benjamin’in o gün konuştuğumuz pasajlarına ve diğer eserlerine tekrar göz attım. Dikkatimi bir şey çekti. Benjamin’in pasajlarından yola çıkarak, şehrin fonksiyonalist tasarımını eleştirdiğimiz o günlerde, bir şey dikkatimizden kaçmıştı: İnsanın da fonksiyonalist tasarımı. Aslında farkındaydık bu durumun. Ama ben öğrenci olduğum için, öğrenciliğin bohemian havasında şehir tasarımın tenkit etmek daha keyif vermiş olacak bana. Şimdi bu estetik yerine fonksiyonu merkeze almış şehirlerin bir sonuç olduğunu daha iyi görüyorum. Bunun nedeni olan fonksiyonalist insan tasarımına yakından bakıp lisansta hocamla yaptığım o tartışmayı tamamlamak istiyorum.
II.
Hannah Arendt, modern Almanya’da Freud’un görüşlerinin ortaya çıkmasını sağlayan bir atmosferden bahseder. Günün Almanya’sında, zengin Yahudi babalar, evlatlarının maddi dertlerden azade bir vaziyette sanat, felsefe, edebiyat vs. gibi alanlarda kendilerini ispatlamaları beklentisi içindedir. Tahmin edersiniz ki bu evlatlar üzerinde ciddi bir yüktür. Franz Kafka, baba evinin bu durumdan doğan kasveti yerine düşük ücretli bir memurluğa razı olmuştur. Hannah Arendt, Freud’un bu gibi örneklerden yola çıkarak, kültürün nedenini “Oidipus Kompleksi”ne bağladığını iddia eder. Bu kompleksteki baba baskısı, hazların bastırılmasını ve ertelenmesini sağlayarak kültürün doğmasını sağlar. Tanrı fikrine giden yol da baba üzerinden burada şekillenir.
Baskı demişken, ülkemize dönebiliriz. Dönemin Almanya’sında babaların beklentisi üzerinden şekillenen insan tasarımı entelektüel bir tiptir. Bizdeki insan tipi, bugün, entelektüel bir tip olmak yerine fonksiyonalist bir tip. Ürettiği kültürel ürünle ya da hayat tarzıyla değil, icra ettiği fonksiyonla kendine bir yer bulabiliyor. Para, makam ve şöhret sağlayan her işe koşup, istediğini elde etmek için her yola başvurabilen bu fonksiyonalist tipin şehri de ülkesi de yaşanmaz, murdardır. İşte bu yazıda anlatmak istediğim buydu.
Aslında burada Babanın beklentisinin, Tanrı fikrini nasıl etkilediğini konuşmak gerekiyor. Din içerisinde farklı grupların, farklı Tanrı tasavvurları olması, Babaya yüklenen anlamdan geçiyor bence. Gelenek ve dinin üst üste bindiği ülkemizde, her yerde olduğundan daha çok, çocuk otoriteyi önce Babasından öğrenir. Tanrı otoritesi ve bu Tanrının kullarından beklentisi, çocuk yaşta öğrenilen otorite olgusu ile yakından ilgilidir. Bugün Türkiye’deki dindarların ticaret ve siyaset merakı için bunu düşündüğümüzde, Türkiye’deki din algısının irfani gelenekten arınmış laik bir algı olduğunu söyleyebiliriz.
Kurnaz babalar, kendisine yalakalık bekleyen bir Tanrı ve onun kurnaz kullarına neden olmuştur. Türk modernleşmesinin dini sonuçlarından en önemlisi budur bence. Geleneksel değerlerin çözülmesi ve bundan doğan boşluğun para, makam ve şöhret hırslarıyla doldurulması Hindistan gibi ülkelerde de görülen bir durum. Türkiye ve Hindistan örneklerinde görülen bu durumu şöyle ifade edebiliriz sanıyorum: İrfani gelenek ne denli güçlü ise, bunun çözülmesinin getirdiği sarsıntıyı, iştah ve açgözlülükle aşmaya çalışmak o denli geçerli bir duruma dönüşüyor. Bu sosyal psikolojinin baba ve Tanrısı da sadist bir ahlakın belirleyicileri oluyor.
III.
Tekrar Walter Benjamin’e dönmek istiyorum. Benjamin bir kitap koleksiyoncusudur(bibliomanie). Bu ilgisini izah ederken, gelenek, tarih ve kapitalizm hakkında müthiş analizler yapar. Nesneler biriktiren koleksiyoncu, onun hem geleneğin içinden hem de kapitalizm ona yüklediği değerden kurtararak yapar bunu Benjamin’e göre. Mesele bir akademisyenin kitaplığı genelde kendi kitaplarıyla doludur. Bu kitaplar işi için olduğu Benjamin tarafından alaka cezbedecek bir kitaplık yoktur ortada. Ona göre zengin kütüphane her konudan, disiplinden kitaplar içeren bir kütüphanedir. Faydasından ve fonksiyonundan vazgeçerek bir nesneyle kurulan ilişki insanı hakikate daha yakınlaştıracaktır.
IV.
İnsanın yaşadığı şehir bizzat o insanı anlatır. Tanrısından tutun da nesnelerle ilişkisine kadar birçok şeyi ele verir kaldırımlar.
Aslında konu daha uzun.
Ama konunun anlaşılmasını; merakını, sadece kendine yarar sağlayan şeylere yöneltmiş insan tipi ve bu tipin yaşadığı şehirlerin yaygınlığı kolaylaştırıyor. Ellerinde sadece kurum sınavlarına hazırlık kitapları, mevzuat gibi kitaplar olan, meslek seçiminde ücret ve itibardan başka kıstası olmayan, girdiği işte yükselmek için yağcılıktan çekinmeyen, ilk hedefi ev ve araba olan ya da hırsla para kazanıp, kazandığı parayı pavyon gibi eğlence mekanlarında bir gecede harcayan ya da sadece zahiri ibadetleri yerine getirip ahlakına hiç dokunmayan bu insan tipinin nobranlığı bu ülkede ve dünyada yaşamı çekilmez kılıyor.
En basitinden yaşadığınız şehir bile, bu hırslı, sado-mazoşist tiplerin iktidar aygıtını eline geçirmesinden dolayı, yaşanılmaz olabiliyor işte.