Benim Adım: Necip !
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Annem hep şair olmamı isterdi.
Hastanede ziyaretine gitmiştim. O bana bakıyor, ben ona bakıyordum. Sonra hemen yanındaki yatakta hasta olan minik kızı gördü gözüm. Veremmiş. Yatak örtüsünün üzerinde şöyle küçük bir defter. Şiir kitabıymış. Annem şimdi bana yıllarımı değiştirecek bir cümle söyleyecekti:
– Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Duvara, bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ.
Ruhum gün boyunca sönecek gibi,
Şimdiden ediyor hayata veda.
Kalbim, yırtılıyor her nefesinde,
Kulağım, ruhumun kanat sesinde;
Eserim duvarın bir köşesinde;
Çıkamaz göğsümden başka bir seda…
Harbiye yıllarım zordu doğrusu. Yaşım bu kadar küçükken bunca zoraki disiplin! Ben bunun için yaşayamazdım. Okulumu sevecek pek sebebim yoktu ancak size sevmediğime kanıt milyonlarca fikir uydurabilirdim zihnimden.
Bugün üçüncü sınıftaydım yarın ise bir an önce buradan kaçmalıyım!
21’de babamı kaybetmiştim. 1921. İstanbul işgali olmuş ve annem ile Erzurum’a giderken bir de bu haberin ağrısı.
Durumumuzdan ötürü iş de bulmak için Darülfünûn’un Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesine girdim. Bir çok önemli şairlerle tanıştım: Ahmet Haşim, Ahmet Nafiz, Yakup Kadri.
Ha Yakup Kadri. Canım dostum, Allah mekanını cennet etsin. Onun ve arkadaşlarının bir dergisi vardı. Adııı, adı..Yeni Mecmua. İlk şiirimi de bu dergide yayınlamıştım. Zor hatırlarım belki ama hiç unutmam.
Daha sonra Maarif Vekaleti’nin sınavlarına girmiş ve başarılı bir sonuç almıştım. Yolculuk Paris’e idi.
Bekle Beni Paris!
Of! Bütün paramı kumarda kaybetmişken üzerimdeki bu puslu havanın ızdırabı! Paris’e beklemesini söylediğimki duygularımın boğukluğu var şimdi içimde. Felsefe bölümünü sevmiştim. Okulum, Sorbonne’yi, Henri Bergson ve fikirleri…Ama yok! Artık dayanamıyorum Paris’e ve vücuduma delik deşik eden beton yığınları binalarına.
Gitmeliyim buralardan.
Yürüdüğün O: Kaldırımlar!
Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur…
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları…
İstanbul’a dönmüş ve biraz daha rahatlamıştım. Devletin verdiği burs kesilmiş olsa da. Ancak şimdi bir yerlerde iş bulmalıydım.
Önce İstanbul’daki bankalarda çalıştım. Daha sonra Ceyhan, Giresun gibi yerlerde. Ama huzursuzdum, eksikti! Eksik neydi?
1925’de Necip, ikinci şiir kitabını “Kaldırımlar” adıyla yayımladı. Kaldırımlar’la Necip Fazıl daha da büyümüş ve büyük bir kitlenin ilgisini çekmişti.
Banka işini artık sonlandırmak istiyordum. Bir 29 sabahı geldiğim İş Bankası’dan 9 yıl sonra aradan ayrılmam gerektiğini hissediyordum.
Abdülhakim Arvasi Hazretleri’m!
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,
gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.
Nedir içimdeki bu ikilem? Bir yanda küçüklüğümden kalan masumiyet; diğerinde Paris’ten gelen kumar sevdası, bağımlılık.
İstanbul’da vapurda giderken bir adam ile karşılaştım. Bana bazı İslami telkinlerde bulunmuş ve aklımda sorular oluşturmuştu. Ben de anlattıklarına karşılık bir soru sordum adama. O da bana: “Beyoğlu’da Ağa Camii’nde biri var. Her Cuma vaaz verir orada.” dedi. “Adı da Abdülhakim Arvasi!”
Haftalar geçmiş ama o camiyi aklımdan atamamıştım. Beyoğlu gibi günahın hüküm sürdüğü, fuhşun eksilmediği bir semtte her cuma vaaz veren bir camii.
-Haydi Abidin, davran gidiyoruz. Sana üstün haberciyi göstereceğim.
Abidin Dino’yla camiye kadar gittik. Camideki konuşmasının bitimini beklemeye başladık. Derken konuşma bitmiş ve çevresindeki gençlerin de desteğe ile kürsüden iniyordu.
Sonra etrafı şöyle bir süzdü. Göz göze geldik. Ama nasıl bakış o…Sanki içlerinde kayboluyor, baktıkça içim alevleniyor, adeta ruhuma saplanıyordu!
Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.
Sonra hemen atıldım:
-Affınızı rica edeceğiz efendim; ellerinizi öpmek saadetine erebilir miyiz?
O güzel,şefkatli,yumuşak ellerine uzanıp derin derin öptüm.
-Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz, Gümüşsuyunda. Ne zaman isterseniz buyurun.
Evlerine çağırılıyorduk! Nasıl, nasıl olur? Olur işte!
Bir ilkbahar günü, Kaşgari Dergahı’nda ikinci buluşmamız. Girdiğimizde bana sual etmeye başladılar:
-Ne iş yaparsınız?
-Bir bankada çalışıyorum. Muharrir ve şaiirim. İsmim, Necip Fazıl…
-Tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu?
Hatırımda kalan bazı kitapları söyledim: Marifetnama, Nakşi Divanı,…
Bu cevabımın ardından hemen Nakşi Divanı’nın yazarını sordu. Bilemedim, hatırlayamadım. Sonra zihnimi darmadağan edecek, fikirlerimin temeline balyoz ile vurulmuş hissedecektim.
-Bu iş kitapla olmaz, akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi ?
Eve kaçta döndük bilmiyorum. Havanın karanlığından bir akşam olduğunu kestirebiliyordum o kadar. Kafamda gidip gelen gözler, milyon kez tekrar eden son cümleler:
-Bizdensin!.. Seni mensup ve mahzunların arasına alıyoruz! Yola kabul edildin!
Tasavvuf ve Ben
Benim efendim,
Feza levendim!
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim.
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya:
Hani ya kendim?
Benim efendim !
Ben seni sevdim efendim!
Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra duygu ve düşüncelerim, dünyaya karşı algım, şiir anlayışım dahi değişmişti. Her şeyim değişmişti, kendimi eskiye nazaran daha temiz hissediyordum. Sanki ölüler yıkanır da öyle başka bir dünyaya gider gibi!
Benim için hayat bu yaşadıklarımdan sonra keskin bir bıçakla ikiye ayrılmıştı.
Şiirlerimde artık tasavvufi bir tavır sergilemiş ve bundan sonraki yaşantımda da bunu sürdürecektim.
Arvasi Efendi ile tanışmamdan sonra tasavvufi anlayışla yazdığım ilk eserim olan ‘Tohum’ da benim ilk adımım olmuştu bu uğurda. Sonrasında ‘Bir Adam Yaratmak’.
Büyük Doğu Adının Hakkıdır!
38’lerde yeni bir milli marş yazılması için Ulus gazetesinde bir ilan verilmişti. Bana da şahsi olarak teklifte bulundular. Hoşuma gitmişti bu teklif ancak bu teklifi yarışmadan vazgeçilmesi şartı ile kabul etmeye karar verdim. Onlar da kabul ettiler. Büyük Doğu Marşı.
Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.
Bu şiirin adının ileride kuracağım derginin adı, benim idealim, yaşam felsefem, nurum, DAVA’m olacağını eski Necip ile asla bilemezdim, hayal dahi edemezdim!
“Çile“yi de yine hemen bir yıl sonra kitap halinde yayımladım. “Çile” benim için bambaşka bir eserdir. Çile, dertlidir. Yarası yüzünde olanın değil; gönlünde bitenin hitabesidir “Çile”m!
Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Eşim, Menekşem, Dert Yoldaşım!
Neslihan Kısakürek. Benim narin sevgilim, eşim. 1941’de evlendik ve beş tane birbirinden güzel evladımız oldu. Mehmet’i, Zeynep’i, Ömer’i, Osman’ı, Ayşe’si. Hepsi birbirinden güzel yavrularım.
Ancak evlatlarıma doyamadan tekrar askerlik yapmaya çağırıldım. Yazı yazmak benim hürriyetimdi ancak belli ki siyasi yazı yazmak değildi bu zamanda. İlk hapis cezamı almış ve Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilmiştim.
Seni Gidi İnatçı!
Ben dayanamıyorum insanların aldanmasına ve aldatılmasına. Bana bir gelene ben bin giderim!
İnsanlara fikirlerimi, onlara yapılanları, görünenleri ve görünmeyenlerini, nasıl bir uğurda olduğumuzu ve bu uğurda gösterdiğimiz delice cesareti, şehitliği, “ŞEHADET”i anlatmalıyım!
1943’te Büyük Doğu Dergisi ile topluma siyasi fikrimi ve benliğimi gösterdim. Eleştirdim tüm modernizmin geri kalınmışlığını hem de her şeyi göze alırcasına. Bu yıllarda kurulan tek İslamcı dergi nasıl bendiysem göstermeliydim Avrupa’nın yaptığı hainliği, lanet politikayı. Tek başıma. Anlaşılmadım.
Önce beni işimden kovdular, üstüne bir de sürgün edildim Eğirdir’e. İnsanlar beni nasıl anladı?
Hırslıyım Çünkü Haklıyım!
Onca yapılan haksızlığa karşı böyle oturamazdım. Ben, Necip Fazıl’ım. Necip Fazıl yerimde olsa böyle yapmazdı, yapmayacak!
Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür,
Sana çöl gibi gelen, o göl diyorsa göldür…
Büyük Doğu 2 Kasım 45’te tekrar açıldı. O aynı geldi ancak ben bir kat daha katlanmıştım içimde. Daha çok yazdım. Daha sert, daha fazla dini, çok fazlası.
Tabi bir karşılığı olmalıydı fikirlerimin. Bir tutsaklığı. Tekrar tekrar dergimiz kapatıldı, açıldı ben de buna mukabil tabi mahkemelerde gezdim durdum.
Sinirleniyordum. Siirleniyordum çünkü böyle yapılmamalıydı. Bana “vatan haini” diyorlar, “insanları isyana teşvik ediyorsun” diyorlar. Hakkımı savunmak istiyorum, hakim bey!
Adnan Menderes’de Dönen Dönem
Demokratik Parti döneminde Adnan Bey, cezaevindeki insanlar için Af Kanunu çıkartmıştı. Ben de serbest bırakılmıştım. Daha sonrasında kendisine şahsi olarak ona mektuplar yollamış ve Büyük Doğu Cemiyeti’nin diğer bazı illerde de şubelerinin açılmasını sağlamıştı. Nur içinde yatsın.
Kumarhane Baskını
Haberlere manşet olmuşum. Güldüm tabii. İnsanların Büyük Doğu gençliğinin inancını kırmak uğruna yapılan bu hamlesine bakıp da acıyorum doğrusu. Size orada neden olduğumu şimdi söylesem kaçınız inanır? Yazacağım bir eser için oradaydım. Bir zamanlar evim olan kumarhaneleri şimdi anlayamıyor, o ruh halini benimseyemiyordum. Anlayamadıktan sonra nasıl yerilebilir ki yaşanılırlığı kumarın!
Celal Bayar’ı görüyorum. Hala aynı doğrusu. Bir zamanlar bana burs verdiği parayı kumara yatıran ben şimdi onun komplolarından kaçmaya çalışıyorum!
Darbe Yıllarımdan Kalan Hürriyetim
1 yıl kadar darbe süresince cezaevinde kaldım. Serbest kalınca bazı gazetelerde konferanslar verdim. Hatta bunlardan bazıları yayımlandı da.
1973‘de kendime bir çizgi çektim. 1904’ten 73’e…69 yaşındayım. Hacca gittim ve geldim. Bu sıra canım oğlum, biriciğim Mehmet’im ‘Büyük Doğu Yayınevi’ni kurmuş beni çok sevindirmişti. İlk baskımız: “Esselam”.
Ön ve ard, ve sol, Bin yolda yol boyu bu yol.
Emir: Öl, yahut ol! Ne bir harf, ne kelâm;
Esselâm, esselâm…
”İman ve İslam Atlası” benim için çok önemli bir çalışmaydı. Şu sıralar yazmak için Erenköy’deki evime kapanmıştım. Turgut Özal kardeşim sık sık yanıma uğrar benden fikir isterdi. Konuşur, fikir alışverişi yapardık. Demek ki artık anlaşılıyorduk değil mi? Her şeye rağmen, her neyseye.
Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin
Bugün garip bir gün. Zannediyorlar ki biz yalancıyız.
-Zanlar göz boyar hakim bey, ben suçsuzum!
Başlıktaki isim adlı eserimin içeriğinden ötürü yargılanıyordum. Heyet bana katılıp herhangi bir suç içeriği bulamasa da “Atatürk’e hakaret etmeye meyilli olmak” gerekçesiyle beni suçlu bulmuş ve mahkum etmişlerdi.
Beni anlamayan birileri hala var belli ki.
Ölüm Bana da Gelir
Kaçanı yoktur ölümünden. Kaçsa da nefesi kadar uzundur meleğinin tırpanı. Unutur belki, anımsanmak, hatırlanmak istenilmez ancak kimine geç kimini erken herkese gelir ölüm o kurmaya vakti bulamadığı hayalinden daha gerçek.
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!
Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1982’de hayata gözlerini yumdu. Geride bıraktığı eserler ile pek çok insanı derinden etkilemeyi başardı. Öyle ki diğer bir adına “Üstad” denildi.
Üstad’ım nur içinde yat, mekanın cennet olsun.
Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse;
Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!
O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e hoş geldin, diyebilmek de hüner…